Çin’ in Wuhan kentinde 10 Aralık 2019 tarihinde başlayan Covid-19 salgını hız kesmeden tüm dünyada yayılarak ciddi bir sağlık sorunu olmaya devam ediyor. İkinci dalga ile uğraşan ülkeler çoğunlukta, üçüncü dalgadan da söz ediliyor.
Dünya Sağlık Örgütü (WHO) ilk başlarda temkinli davranarak ‘‘Halk sağlığı açısından Küresel Acil Durum’’ adını verdi ise de 11 Mart 2020’ de pandemi (salgın) adını kullanmaktan kaçamadı.
Salgın mikroorganizma denilen mikroskobik canlıların neden olduğu küresel boyutlu yaygın bulaşıcı hastalıklara verilen ad. Hastalıktan çok durumun adı demek daha doğru olacak, Covid-19 salgını gibi.
Mikroorganizmalar dünyamızın ilk oluşan canlıları, 3-4 milyar yıl önce oluşmuşlar. Bakteriler, mantarlar, küfler, parazitler ve algler gibi mikroskobik bitkilerle, plânkton, planarya ve kök bacaklılar gibi mikroskobik hayvanlardan oluşuyorlar. Günümüzde de dünya biyokütlesinin çok büyük bir kısmını oluşturuyorlar.
Mikroorganizmalar ağırlıkla insan yaşamına olumlu katkıda bulunuyor. Çoğunluğu bağırsaklarımızda almak üzere, insan vücudu 40 trilyon bakteriye ev sahipliği yapıyor. Mikrobiyota adı verilen bağırsak bakterilerinin etkin çalışmaları ile bağışıklık sistemimizin güçlü olması arasındaki ilişki, son yılların gözde bilimsel tespitleri arasındaki yerini almış.
Mikroorganizmaların çok azı da olsa bir kısmı yazık ki patojeniktir. Bunlar insan, hayvan ve bitki organizmalarına girerek çoğalmakta, gösterilen direnci yenip canlıyı hasta ederek ölümlerine neden olabilmektedir.
20-30 nanometre gibi farklı çaplı büyüklükte olabilen virüsler ise mikroorganizma değillerdir. Kültür içinde yetiştirilmek istendiğinde ne büyür, ne de çoğalabilirler. Çünkü ne canlı ne de hücredir, sadece genetik materyalden ibarettirler.
Virüsler canlı hücrelere girerek onları enfekte edebilmektedir, bunlara konak hücre adı verilir. Virüsler hücre olmadıkları için bölünme yoluyla çoğalamazlar, genetik materyali taşımakla bir araç olarak işlem görmektedirler. Konak hücrenin organellerini, moleküllerini ve metabolizmasını kullanarak, konağa kendi parçalarını kopyalatır ve bu parçaları konakta birleştirerek kendilerini üretebilmekteler.
Günümüz tıp alanındaki bilgilerin gelişmişlik düzeyine paralel, hangi mikroorganizmalar veya virüslerin hangi hastalıklara neden olduğu hemen hemen bilinmektedir. Ancak, insan hücrelerine giren her patojenik mikroorganizma ve virüsün hastalık yarattığını söylemek mümkün olmuyor, hastalık riskinin arttığını söylemek daha doğrudur. Bunun nedeni, bağışıklık sistemine sahip olmamız. Çünkü bağışıklık sistemine sahip bedenler, dışarıdan gelen bu saldırılara karşı direnebilmekte.
Omurgalılarda edinilmiş bağışıklık sistemi, patojen bir virüsle karşılaştığında özgün antikorlar üreterek, virüsün hastalık yapma özelliğini bertaraf etmeye çalışır. İkinci mekanizma T hücreleri ile savunma, üçüncüsü ise enfeksiyona karşı hücrelerin salgıladığı bir protein olan interferonla yapılan savunmadır.
Doğuştan gelen bağışıklık sisteminin yetersizliği karşısında aşılar geliştirilmiş veya geliştirilmeye çalışılmaktadır. Aşılar insan veya hayvanlara yapay bağışıklık kazandırma yollarıdır.
Korona tipi virüslerin tarihi insanlık tarihi kadar eski, onlar hep vardı var olmaya da devam edecekler gibi görünüyor. Konu ile ilgili otorite kabul edilen, The Intergovernmental Science Policy Platform on Biodiversity and Ecosystem Services (IPBES) uzmanları, insanları enfekte eden hastalıkların yüzde 70’ inin yaban hayat ve evcilleştirilmiş hayvan kaynaklı olduğunu, memeli ve kuşlarda Covid-19 benzeri henüz tanımlanmamış 1.7 milyon çeşit virüsün bulunduğunu belirtiyorlar.
Korona virüsleri ailesi içinde en alt dal olan SARS-COV-2 geçen yıl ilk olarak Çin’ in Wuhan kentinde ortaya çıktı. Bu virüs yarasada ve bir tür karıncayiyen, pullu bir memeli olan poligolin üstünden insanda tutunarak Covid-19 diye adlandırılan hastalığa yol açtı. Çin’ de yapılan araştırmalarda yarasalarda 1500 farklı korona virüsü türü saptanmıştır. Bunlardan bir kısmı insanları hastalandırma özelliğine sahiptir.
Uzun süredir hastalık yaptığı bilinen virüslerin neden salgına dönüştüğü sorgulanmalıdır.
Covid-19 salgını ile iklim krizi arasında doğrudan bir ilişki olup olmadığı henüz açığa çıkarılmış değil. Ancak iklim krizini ortaya çıkaran dinamiklerin virüsün salgına dönüşmesinde etkili olduğu düşünülüyor. Doğa üzerindeki tahribatların doğal yaşam alanları üzerinde getirdiği kısıtlar da ayrıca dikkate alınacak nedenler arasında sayılmalıdır.
Kentleşme neticesinde tropikal ormanlar ve habitatlar bir daha geri gelmemek üzere kaybediliyor. Dünya coğrafyasında insan eli değmemiş alan sanki kalmamış, yüzde 25’ lere düşmüş. Dünya otlaklarının yüzde 70’ i, savanaların yüzde 50’ si, ılıman iklim kuşağındaki ormanların yüzde 45’ i son yüzyılda başta tarım olmak üzere çeşitli nedenlerle dönüştürülmüş. Araştırmalara göre toprak kullanımının küresel sera gazı salımının yaklaşık yüzde 23’ ünden sorumlu olduğu belirtiliyor. Toprak kullanım desenindeki bu değişim, karbon yutaklarını azaltarak iklim krizini derinleştiriyor.
Ormansızlaşma neticesinde yaban yaşam alanlarının daralması, vahşi yaşamla insan temasının artması anlamına geliyor. Kars’ ın Selim İlçesinde bir ailenin davetsiz misafiri olarak her gün aynı eve gelen tilkiler, Doğu İllerimizin kenar mahallelerinde çöp bidonlarını yağmalayan ayılar, henüz kış gelmeden Ardahan Merkeze kadar inen kurtlar. Sıradandışılığın kanıksanması!
Günümüzde orman içlerine yerleştirilen elektronik kapanlarla yaban yaşamına gösterilen aymazlık, bir zamanlar yaban hayat içinde sınırlı kalan hastalıkların insan yaşam alanlarına kolayca taşınıp bulaşma riskini artırıyor.
Tarımın marjinal endüstrileşmesinin doğayı kirletme faturası, büyüme adına çevresel standartlardan vazgeçme, ormanların tıraşlanarak vahşi yaşamın yaşam alanlarının kısıtlanması bir yandan iklim krizini tetiklerken diğer yandan yaban hayvanlarını insanla etkileşime zorluyor.
Covid-19 virüsünün Çin Wuhan’ daki Huanan Deniz Ürünleri pazarından dünyaya yayıldığı biliniyor. Bu pazarlarda her çeşit yaban hayvanı gayri sıhhi koşullarda müşteri bekliyor.
Virüsün bulaştırıcısı olarak kabul edilen yarasalar, 1250 farklı çeşidiyle doğada ekolojik döngü içinde vazgeçilmez roller üstlenmişler. Normal şartlar altında, birçok memelinin bağışıklık sistemini felç eden virüse maruz kalsalar da normal yaşamlarını sürdürebiliyorlar. Ancak bir yere kadar. Habitat kaybı, yiyecek sıkıntısı ya da hastalık kaynaklı stresin bu dengeyi bozduğu ve bu şartlarda virüsün yarasa bedeninde hızla çoğaldığı tespit edilmiş. İlaveten hayvan pazarlarındaki uygun olmayan şartlarda hayvanların artan stresleri bağışıklık sistemlerini zayıflatıp, barındırdıkları virüslere karşı dayanıksız hale geldiklerini ve dolayısıyla daha kolay hasta olduklarını da ortaya koyuyor.
Doğa ve yaban hayat ile daha barışık ve seviyeli bir ilişki geliştirmemiz gerekiyor. Medeni ile yaban arasındaki bölgenin daha da daralmasına yol açacak üretim ve tüketim kalıplarımızı gözden geçirip yeni gerçekliğe göre acilen düzenlemeliyiz.
Aksi halde insanlık olarak ödeyeceğimiz bedel gün be gün ağırlaşacaktır.
Necdet BUZBAŞ
TÜGİS Yönetim Kurulu Başkanı